Birdenbire geriye bakıp, “lan şu kararı iyi ki vermişim” ya da “şunu yapmasaydım acaba her şey çok daha iyi olur muydu?” demek. Her insan bunu sık sık yapar, ya da en azından ben öyle düşünerek kendimi normalize etmek istiyorum. Zaten kişisel bir hikaye anlatacağım, kendimden bahsetmeyi severim, bilen bilir. Lakin bu sefer daha pozitif bir hikayeye yoğunlaşacağız.
Sene 2015. 20 senedir şişmanım. 3 yaşımda uykudan uyandığımda gözlerimin aşırı derecede şişmesi üzerine kıllanan kadın anamın beni türlü tahlillere tabi tutması sonucunda tespit edilen “nefrotik sendrom” ve bu tespite müteakiben gelen kortizon tedavisi, şimdi düşününce daha iyi anlıyorum, hayatımı ne kadar değiştirmiş. Kortizon denen lanet, büyüme hormonunu baskılar ve vücuda su pompalayarak vücudu şişirir. Cami kubbesine dönersiniz yani. 1995 – 2007 yılları arasında aralıklı olarak kullandığım kortizona rağmen neredeyse 1.80’e ulaşmayı başardım boy olarak. Aynı zamanda kemikleri darlayıp kırılganlıklarını arttırdığı için doktorum Aydan Teyze tarafından herhangi bir sporla uğraşmam yasaklanmıştı. Mahalle maçlarında forvet bile oynayamıyordum karşı defans oyuncularından sert bir müdahaleyle karşılaşıp kıçı başı kırmayayım diye. Ha turp gibi olsam da bu kazmalıkla beni daimi olarak ofsayttaki beleşçi pozisyonunda bile oynatmazlardı, o ayrı.
İnternet popülerleştikçe daha görünür bir stereotip olarak beliren “kıvırcık saçlı sempatik şişman çocuk” diye bir olgu var, bildiniz mi? İşte o benim. Küçükken dalgalı olan saçım kortizonu yiyince Afrika kıvırcığına döndü, şişmanlığı zaten açıkladık, sempatiklik de insan içinde bulunabilmek için tek seçeneği oluyor şişmanların. Çeken bilir, şerefsiz zayıflar ve hâyâsız hızlı metabolizmalılar anlamaz; ilkokul, ortaokul ve hatta lise sıralarında +25 kiloyla gezen bir çocuksanız ve bu kiloyu vermek gibi bir ihtimaliniz yoksa, sempatikliğe abanmaktan başka bir çareniz yok. Erkekseniz her zaman kızların “arkadaşı” olursunuz, “omzunda ağladığı insan”, “dertleştiği çocuk”, “kardeşi gibi” olursunuz. Hakkınızda “köşeyi kendinden önce göbeği döner” deniyorsa, bir süre sonra bunu benimseyip kimliğinizi onun üzerine kurarsınız, ne yapacaksınız ki lan zaten başka? Eritmeden içemediğim Delta Fortril ve kahvaltıdan hemen sonra alınırsa anında kusturan Flantadin kişiliğimi yeniden tanımlamış resmen be.
Neyse, başka bir hikaye daha anlatayım da sonunda bağlayacağım. Tee en başta (2,5 paragraf önce) ne dedim? Geriye bakıp verilen kararlar üzerine, bu kararların hayatta neleri değiştirdiğini, kilometre taşı mı olduğunu yoksa o taşı göte mi soktuğunu düşünmek üzerine o rezalet Ekşi Sözlük üslubuyla bir cümle kurdum. Benim hayatımda verdiğim belki de en iyi karar, Ekim 2013’te tek yön Brezilya gidiş biletini almaktı. “Yapar mıyım? Yaparım lan!” diye kendi kendimi gaza getirdiğim, Haziran 2014’te Brezilya’nın kuzeyinde eski arkadaşlarımın evinde, beni görünce DEFOL GİT LAN BURDAN diye bağıran bir köpekle başlayan, Aralık 2014’te Peru’nun güneyinde hayatımda beni en çok değerli hissettirmeyi başarmış kadının yanındayken cüzdanımın çalınmasıyla biten seyahat, olabildiğince dolu dolu yaşamaya çalıştığım yaşamımın en değerli tecrübesiydi diyebilirim. Bu seyahat boyunca saçma sapan koşullardan ölmeden, sakatlanmadan, yaralanmadan kurtulduktan sonra artık kendime bakmam gerektiğine karar verdim. Baba tarafında istisnasız tüm erkeklerin kalp hastası olması da bu kararda etkili oldu tabii. Rahatsızlığın o ana kadar dokunmamış olduğu tek erkek olan küçük amcam da ben seyahatteyken anjiyo oldu, bir süre hastanede ve evde yattı, daş gibi şimdi çok şükür, ama beni harekete geçiren motivasyonlardan biri olduğunu da söylemem lazım.
Hayatımda verdiğim pozitif açıdan en önemli ikinci karar da yollarda aklıma bir fikir olarak düşen, ancak devamını getirmekte kararlı olduğum ve 6 Şubat 2015 tarihinde gerçekleştirdiğim hamleydi: Brazilian JiuJitsu derslerine başlamak. Bu sporu yaklaşık 3 yıldır yapan sevgili dostum Kaan Eraslan’ın tavsiyeleri ve yönlendirmeleri üzerine Moda’da bulunan Shibumi Dojo’da başladım. Dünyanın öbür ucunda, dertten ve tasadan uzak dolu dolu 6 ay geçirdikten sonra, 3 senedir aşık olduğum kız tarafından kesin ve net bir dille reddedilerek (en azından yan cepten çıktım) Türkiye’ye döndükten sonra, tahmin edersiniz ki biraz karanlığa yakınsayan bir dönemden geçiyordum. İşim henüz yoktu. Bir şeyler yapma planım vardı, kafamdaki ekibi bir araya getirememiştim. Kalp darbesi zaten malumunuz. Şu gerçeğin altını çizmek istiyorum: Türkiye’ye döndüm. Nefes alabildiğimiz yerlerin bir bir yok edildiği, iğrençliğin ve şerefsizliğin ezelden beri birer erdem olarak tepemizde yükseldiği bu bok çukuruna döndüm. Ve bu gerçeğin her gün kafama kafama vurulması dışında dikkatimi yöneltebileceğim hiçbir şey yoktu. Brazilian JiuJitsu beni bu dehlizden çekip aldı.
İnsanın vücudu ve ruhu arasındaki ilişkinin aslında ne kadar yakın olduğunu ilk defa farkettim. 20 senedir manda yavrusu gibi ortalıkta dolaşırken bendeki bu bağ körelmiş doğal olarak. Kendimi tekrar keşfediyor gibiyim. Bu taraklarda bezi olmayana ruh hastası gibi gelecek, bilenler ise müşfik bir gülümsemeyle başlarını hafifçe öne arkaya eğecekler ama, haftada en az 3-4 günümü “dayak olsa da yesek” diye düşünerek, tercihen 3, ama en az 2 akşamımı da özlediğim ve beklediğim dayağı yiyerek geçiriyorum. İtiraf edeyim, ilk 2 haftadaki kas ağrıları hiç de hoş değildi. Daha ilk antrenmanda sağ kasığımı sakatlamışım, ağrılardan dolayı farkedemedim bile. Ancak şimdi şunu söylüyorum, geçtiğimiz günlerde Amsterdam ellerinde üzerine oturduğum yağlı kazık sayesinde paramparça olan benliğimi BJJ olmasa toparlamam mümkün değildi. Güzel ruhlu takım arkadaşlarım beni sırayla nefessiz bırakırken, ya da kolumu tam dirsekten bükerken aklım o durum ve oradan çıkış dışında başka hiçbir şey düşünmüyor, dolayısıyla yaralar deşilmeden kabuk bağlama fırsatı yakalıyor. Beni bu hale getiren insanlarla da 2-3 dakika sonra sarmaş dolaşız, işin en hoş tarafı da bu zaten.
10 haftada 16 kilo verdim, ama 35 kilo vermiş gibi hissediyorum. Her antrenman sonrası pamuk gibiyim, o endorfin takviyesini ömrümde ilk defa anlıyorum. Yaşam tarzımı değiştirdim, geleceğe daha pozitif bakabiliyorum, ki 2015 Türkiyesinde maalesef çok az insanın sahip olabildiği bir lüks bu (geleceğimi Türkiye’de kurmayı planlamıyor olmamın da etkisi var elbette). Kendime güvenim yerine geldi, ama bir yandan da ego denen illetten kurtulduğumu düşünmek istiyorum. Bir dövüş sporu öğreniyorum ve bana ilk öğretilen şey, gereksiz hareketlerden ve zarar görmekten kaçınmak. 16 yaşında, 70 kiloluk bir lise öğrencisi seni 3 dakika içinde pes ettirebiliyorsa, bunu yutup o egondan sıyrılmak zorundasın, yoksa barınamıyorsun orada.
Tüm antrenman arkadaşlarıma, değerli hocama ve bu yazıyı okuyan herkese teşekkürü bir borç bilirim.